AMERİKA'NIN BULUNUŞU
Dünyamız az önce bir başka dünya buldu. Bunun sonuncu kardeş olduğunu kim söyleyebilir. Bugüne dek inlerin cinlerin bildiği yoktu bu yeni dünyayı. Bizimki kadar büyük, insan dolu, kanlı canlı bir dünya bu; ama o kadar yeni, o kadar çocuk ki a.b.c. öğreniyor henüz. Elli yıl öncesine kadar ne yazı biliyordu, ne tartı, ne ölçü, ne giysi, ne buğday, ne üzüm. Doğanın kucağında çırılçıplaktı; anası ne verirse onunla besleniyordu. Biz dünyamızı son çağında, şair Lucretius da gençlik yıllarında görmekte aldanmıyorsak, biz karanlığa gömülürken bu dünya aydınlığa yeni erecek daha. Bütün dünya bir inme geçirecek de sanki, bir kolu tutmaz olup öteki kolu sağlam kalacak. Ama çok korkarım ona dokunmakla çöküp yıkılışını hızlandırmış, inançlarımızı, bilim ve sanatlarımızı onlara pek pahalıya satmış olacağız. Bir çocuk dünyaydı bulduğumuz; öyleyken biz onu ne doğal değer ve gücümüzün üstünlüğüyle dizginimiz altına soktuk, ne doğruluğumuz, iyiliğimizle yetiştirdik, ne de ruh yüceliğimiz, cömertliğimizle kendimize bağladık. Verdikleri karşılıkların, kendileriyle yapılan alışverişlerin çoğu gösteriyor ki doğal kafa aydınlığı, kavrama bakımından hiç de bizden aşağı değiller. Kusko ve Meksiko şehirlerinin akıllara durgunluk veren görkemi; görülmedik nice şeyler arasında bilmem hangi kralın o bahçesi ki, meyveleri ve tüm bitkileri gerçek bir bahçedeki düzen ve büyüklükleriyle altından yapılmış, sarayında ülkesinde yaşayan bütün hayvanların yine altından heykelleri, değerli taşlardan, kuş kanatlarından, boyalı pamuklardan yaptıkları el işlerinin güzelliği zanaattan yana da bizden geri kalmadıklarını göstermektedir. İnançlara bağlılık, yasalara saygı, iyilik, cömertlik, dürüstlük, içtenlik gibi erdemlere gelince bunların bizde onlardakinden daha az olması işimize pek yaradı. Bu üstünlükleri yüzünden mahvolmuşlar, kendi kendilerini satıp çiğnettirmişlerdir.
Gözüpekliğe, yiğitliğe gelince, acılara, açlığa, ölüme karşı dayanmaya, yürek sağlamlığına, sözünün eri olmaya gelince, bunlardan yana bizim dünyamızın geçmişindeki en ünlü örneklerin onlarınkileri hiç de aşmadıklarını söylemekten çekinmem. Çünkü onları altedenlerin nelerden yararlandıklarını düşünelim: Adamları kandırmak için ne kurnazlıklara, ne dalaverelere başvurmuşlar! Sonra bu ulusların haklı şaşkınlığı: Birdenbire karşılarına sakallı birtakım insanlar çıkıveriyor dilleri, dinleri, biçimleri, davranışları bir başka türlü; üstünde insan bulunabileceğini hayal etmedikleri uzak bir yerden gelinişler; hiç at görmemiş, hatta sırtında insan ya da yük
taşıyan hayvan görmemiş kimselerin karşısına bilinmedik koca
ejderler üstüne binmiş olarak çıkmışlar bizimkilerin sırtında göz
kamaştıran zırhlar, ellerinde keskin, parıl parıl kılıçlar; onlarsa bir
aynanın ya da bir bıçağın mucizeli pırıltısına karşılık avuç dolusu altın
ve inci vermeye can atıyorlar. Bizim çeliğimizi delebilmek için ne
yeterince bilgileri var, ne gereçleri; toplarımızın, tüfeklerimizin
çıkardığı yıldırımları, gök gürültülerini de katın bunlara. Roma
İmparatorunu bile afallatacak olan o gümbürtüleri; bunların karşısında
çırılçıplak insanlar, yalnızca pamuktan yapabildikleri bir parça
giysileriyle; bütün silahları da yaylar, taşlar, sopalar ve ağaçtan
kalkanlar; sözde dostluğumuza, iyi niyetimize güvenip acayip şeyler
görme meraklarıyla faka basan insanlar... İki dünya arasındaki bu
ayrılığı hesaba kattınız mı, bizim fatihlerin bunca zaferi zafer
olmaktan çıkıyor.
Erkek, kadın, çocuk, kaç binlerce insan tanrılarını ve özgürlüklerini korumak için ne sarsılmaz bir coşkunlukla kendilerini amansız tehlikelere atıyorlar; onları hayasızca aldatanların köleliğine katlanmaktansa bütün belaları, işkenceleri, ölümü ne yiğitçe bir direnişle seve seve göze alıyorlar; böylesine alçakça zafer kazanan düşmanlarının elinden ekmek yemektense açlıktan kırılmaya nasıl razı oluyorlar! Bunlara bakınca öyle sanıyorum ki bu insanlara silah, görgü ve sayı eşitliğiyle başa baş saldırsalar gördüğümüz bütün savaşların sonundan daha da kötü bir sonla karşılaşırlar.
Bari bu soylu ülkeyi Büyük İskender, eski Yunanlılar, Romalılar fethetmiş olsaydı; bunca krallıkları ve halkları böylesine büyük değişikliğe uğratacak eller, onların vahşi yanını tatlılıkla törpüleseler, doğanın orada ürettiği güzel tohumları güçlendirip geliştirseler, toprakların işletilmesine, şehirlerin donatılmasına gerekli olduğu ölçüde kendi dünyalarının sanatlarının katmakla kalmayarak Yunan ve Roma erdemlerini o ülkenin yerli erdemleriyle karıştırsalardı! Bizim oraya götürdüğümüz ilk örnekler, davranışlar o halkları erdeme hayran etse ve özendirse, onlarla bizim aramızda kardeşçe bir toplaşma ve anlaşma kurabilse bütün o yeni ülkede ne yaman bir evrim, bir ilerleme sağlanabilirdi! Çoğunun doğal başlangıçları bu kadar güzel olan, o yepyeni, o öğrenmeye susamış ruhları kazanmak ne kolay olurdu! Biz tam tersine bilgisizliklerinden, görgüsüzlüklerinden yararlanıp onları bizdeki kötü örnekleriyle kalleşliğe, sefilliğe, cimriliğe, her türlü insanlık dışı davranışlara, işkencelere alıştırdık. Kim, ne zaman bezirganlığı, alışverişi böylesi bir sömürüye götürmüştür? Bunca şehir dibinden yıkılıyor, bunca ulusun kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor, niçin? İnciler, biberler, alıp satacağız diye. Aşağılık makine zaferleri bunlar! Hiçbir zaman kazanç tutkusu, hiçbir zaman haksız sömürü insanları böylesi korkunç bir kinle birbirine düşünmemiş, bu kadar yürekler acısı kıyımlara yol açmamıştır.
Deniz kıyısı boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli,
Erkek, kadın, çocuk, kaç binlerce insan tanrılarını ve özgürlüklerini korumak için ne sarsılmaz bir coşkunlukla kendilerini amansız tehlikelere atıyorlar; onları hayasızca aldatanların köleliğine katlanmaktansa bütün belaları, işkenceleri, ölümü ne yiğitçe bir direnişle seve seve göze alıyorlar; böylesine alçakça zafer kazanan düşmanlarının elinden ekmek yemektense açlıktan kırılmaya nasıl razı oluyorlar! Bunlara bakınca öyle sanıyorum ki bu insanlara silah, görgü ve sayı eşitliğiyle başa baş saldırsalar gördüğümüz bütün savaşların sonundan daha da kötü bir sonla karşılaşırlar.
Bari bu soylu ülkeyi Büyük İskender, eski Yunanlılar, Romalılar fethetmiş olsaydı; bunca krallıkları ve halkları böylesine büyük değişikliğe uğratacak eller, onların vahşi yanını tatlılıkla törpüleseler, doğanın orada ürettiği güzel tohumları güçlendirip geliştirseler, toprakların işletilmesine, şehirlerin donatılmasına gerekli olduğu ölçüde kendi dünyalarının sanatlarının katmakla kalmayarak Yunan ve Roma erdemlerini o ülkenin yerli erdemleriyle karıştırsalardı! Bizim oraya götürdüğümüz ilk örnekler, davranışlar o halkları erdeme hayran etse ve özendirse, onlarla bizim aramızda kardeşçe bir toplaşma ve anlaşma kurabilse bütün o yeni ülkede ne yaman bir evrim, bir ilerleme sağlanabilirdi! Çoğunun doğal başlangıçları bu kadar güzel olan, o yepyeni, o öğrenmeye susamış ruhları kazanmak ne kolay olurdu! Biz tam tersine bilgisizliklerinden, görgüsüzlüklerinden yararlanıp onları bizdeki kötü örnekleriyle kalleşliğe, sefilliğe, cimriliğe, her türlü insanlık dışı davranışlara, işkencelere alıştırdık. Kim, ne zaman bezirganlığı, alışverişi böylesi bir sömürüye götürmüştür? Bunca şehir dibinden yıkılıyor, bunca ulusun kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor, niçin? İnciler, biberler, alıp satacağız diye. Aşağılık makine zaferleri bunlar! Hiçbir zaman kazanç tutkusu, hiçbir zaman haksız sömürü insanları böylesi korkunç bir kinle birbirine düşünmemiş, bu kadar yürekler acısı kıyımlara yol açmamıştır.
Deniz kıyısı boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli,
güzel ve insanı bol bir ülkede karaya çıkıyorlar ve her yerde olduğu
gibi orada da yerlilere kendi kendilerini övüyorlar: Barışsever
insanlarmış, uzak yollardan gelmişlermiş, kendilerini bütün dünyanın
en büyüğü olan Kastilya Kralı yollamış; Tanrının yeryüzündeki
temsilcisi olan Papa bu krala bütün Hint ülkesini bağışlamışmış;
yerliler onun uyrukluğuna girmek isterlerse kendilerine pek iyi
davranacaklarmış; onlardan yiyecek şeyler, bir de bazı ilaçlarda
kullanmak üzere altın istiyorlarmış; ayrıca bir tek tanrı inancını ve
bizim dinimizin doğruluğunu bilmeleri gerekiyormuş, bu dine
girmeleri de haklarında hayırlı olurmuş, yoksa işler sarpa sararmış.
Aldıkları karşılık şu olmuş:
Barışseveriz diyorsunuz, ama görünüşünüz hiç de öyle değil. Kralınıza gelince, isteyen durumunda olması muhtaç ve yoksul olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir adam olacak, çükü kendisinin olmayan bir yeri başkasına vermekle onu verdiği yerin eski sahipleriyle cenkleşmeye sürüyor. İstediğiniz yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa, bizde pek fazla yok; zaten yaşamak için işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla, güzellikle yaşamak olduğundan altına pek değer vermeyiz; ama, tanrılarımız için kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz çekinmeden alabilirsiniz. Bir tek tanrıya gelince, böyle bir düşünüş güzel, ama bunca zaman bize yararlı olmuş dinimizi değiştirmek istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan gayrısından öğüt almaya da alışık değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl karı değildir. Kısacası topraklarımızdan bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine güvenme adetimiz yoktur. Çekip gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz...
Böylece konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik insan kafalarını göstermiş. İşte bu çocuk dünyanın hiç de çocukça olmayan konuşmalarından bir örnek... (Kitap 3, bölüm 6)
Barışseveriz diyorsunuz, ama görünüşünüz hiç de öyle değil. Kralınıza gelince, isteyen durumunda olması muhtaç ve yoksul olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir adam olacak, çükü kendisinin olmayan bir yeri başkasına vermekle onu verdiği yerin eski sahipleriyle cenkleşmeye sürüyor. İstediğiniz yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa, bizde pek fazla yok; zaten yaşamak için işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla, güzellikle yaşamak olduğundan altına pek değer vermeyiz; ama, tanrılarımız için kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz çekinmeden alabilirsiniz. Bir tek tanrıya gelince, böyle bir düşünüş güzel, ama bunca zaman bize yararlı olmuş dinimizi değiştirmek istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan gayrısından öğüt almaya da alışık değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl karı değildir. Kısacası topraklarımızdan bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine güvenme adetimiz yoktur. Çekip gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz...
Böylece konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik insan kafalarını göstermiş. İşte bu çocuk dünyanın hiç de çocukça olmayan konuşmalarından bir örnek... (Kitap 3, bölüm 6)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder