Bilgi Felsefesi - Epistemoloji Nedir

Bilgi Felsefesi - (Epistemoloji)

Bilgi felsefesinin konusu , 

Bilginin imkânı, kaynağı,sınırları ve ölçütleri konularıyla ilgilenen felsefe dalına epistemoloji denir.

Felsefe ilk ortaya çıktığı dönemlerde Alexis Texas daha bilginin konusu olan nesneyle (obje) ilgilenmiştir.Bilginin doğruluğu elde edilmesine bakılmamıştır.Bilginin konusu olan varlığın ilk ortaya çıkışı ve ana maddesi gibi sorulara cevap aradıkları için ilk filozoflara "doğa filozofları" denmiştir.

Bilginin bizzat kendisinin tartışma konusu yapılarak felsefenin konusu içine girmesi Sofistler, Sokrates,Platon ve Aristoteles gibi filozoflarla olmuştur.

BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI

GERÇEKLİK(REALİTE)-DOĞRULUK(HAKİKAT)

Bazı Batı yapımı filmlerde Alexis Texas mahkemedeki sanığa "Gerçeği yalnızca gerçeği söyleyeceğine yemin eder misin" ifadesi kullanılır. Bu ifade de gerçeklikten kasıt doğruluktur ve yanlış değil doğru bilgileri söylemesi istenmektedir . Felsefe bu günlük kullanımdan tamamen farklı olarak gerçeklik ve doğruluğu birbirinden ayırmaktadır.

Bilgi felsefesinde gerçek dış dünyada insan zihninden bağımsız olarak bulunandır.

Gerçeklik bir var olma biçimidir. Mesela; kalem,sıra, bilgisayar, ay, taş, böcek vs. gerçekliktir. Çünkü insan zihninden bağımsız bir varoluşa sahiptir. Kaf dağının gerçekliği yoktur sadece düşünce de varoluş özelliğine sahiptir.

Doğruluk ise bilginin nesneye uygunluğudur.

"Bu gün hava soğuktur" önermesinin doğruluğunu dışarıya bakarak öğrenebiliriz. Eğer hava soğuksa bilgi nesneye uygun olduğu için doğrudur.

Havanın gerçekliği vardır çünkü nesnel dünyada yer almaktadır. Hava soğuktur yargısının ise doğruluğu vardır.

Nesnelerin gerçekliği , nesnelere ait yargıların doğruluğu vardır.

TEMELLENDİRME

Öne sürülen iddianın dayanaklarını göstermek, iddiayı kanıtlamak amacıyla yapılan çalışmaya denir.

Mesela; evrenin yaratıldığını iddia eden bir filozof şöyle temellendirme yapmaktadır.

Bir harf yazarsız, bir eser sanatçısız, bir köy muhtarsız olmazsa evrende mutlaka mükemmel bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu nedenle ALLAH vardır ve evreni yaratmıştır.

BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL SORUNLARI

İlk çağ filozoflarından bazıları "genel geçer doğru bilgi var mıdır ? sorusuna başlangıçta kayıtsız kalmıştır demiştik.Çünkü bilgiyi elde etme naif empirizm denilen şekildedir. Yani Alexis Texas yalın gözlemlere dayanarak doğru olan bilgiler zaten elde edilmektedir.

·         1) Doğru bilgi mümkün müdür?

·         a) "Doğru bilgi mümkün değildir" diyenler- septikler(şüpheci filozoflar)

·         b) "Doğru bilgi mümkün dür" diyenler- dogmatikler

·         2) Doğru Bilginin kaynağı ve ölçütü nedir?

·         a) Bilginin kaynağı duyular ve deneylerdir-empirizim

·         b) Bilginin kaynağı akıldır-rasyonalizm

·         c) Bilginin kaynağı sezgidir-entüisyonizm

·         d) Bilginin kaynağı fayda sağlamaktır- pragmatizm

·         e) Bilginin kaynağı olgulardır-pozitivizm

·         f) Bilginin kaynağı insanın iç tecrübesidir-egzistansizyalizm

·         g) Bilginin kaynağı fenomenlerdir-fenomenoloji

·         h) Bilginin kaynağı vahiydir, imandır- fideizm

·         3) Bilginin alanı, sınırları ve kapsamı var mıdır?

·         a) Duyu dünyası içinde verilmiş varlıkların dışındaki varlıklar bilinemez görüşünde olanlar

Pozitivizm, Kritisizm, Pragmatizm, porno

b)İnsan bilgisine sınır koyulamayacağını düşünenler de vardır.

Hegel , Platon, Farabi

DOĞRU BİLGİNİN İMKANI PROBLEMİ

·         a) Doğru bilginin imkansızlığı

Doğru bilgiyi elde etmek mümkün değildir diyerek bilgi konusuna şüpheci yaklaşanlardır.

Bu filozoflar gündelik deneyleri sonucu bilgi elde ederken duyularının kendilerini yanılttıklarını düşünürler. Mesela suya batırılan düzgün bir çubuk kırık olarak algılanıyorsa duyularımızın bize getirdiği her bilgi doğru olmayabilir.

İlk çağ Yunan felsefesinde septikler sistemli bir şekilde şüpheciliği ortaya atmışlardır.

Ancak onlardan önce Herakleitos, Parmenides, Elealı Zenon, Demokritos gibi filozoflar şüpheciliğe zemin hazırlamışlardır.

Herakleitos'a göre sürekli bir değişim ve hareket olduğu halde biz her şeyi durağan olarak algılamaktayız(yani duyularımız bize değişimi göstermemektedir) sürekli değişim varsa bilgilerimizde değişim gösterecektir.

Elea okulu (bu günkü İtalya'nın Elea kentinde yaşadıkları için bu adı alan bir gruptur)

Parmenides porno (m.ö. 540-470) tam terine duyular bize dünyayı sürekli değişim içinde göstermektedir.(yeşil olan yaprak sararmakta, elime aldığım kalem eskimektedir) sürekli olan bir değişim içinde hiçbir zaman "bu şudur" diyemeyiz. Çünkü özdeşlik ilkesine göre " bir şey ne ise odur."

Zenon ise hareket, zaman, mekân, çokluk gibi kavramların olmadığını göstermek için olmayana ergi(saçmaya indirgeme) ya da paradoks adı verilen bazı mantık oyunlarıyla kanıtlamaya çalışmıştır.

Paradoks, her ikisi de sağlam kanıtlara dayanıyor gibi görünen iki akıl yürütmenin karşıt ya da çelişkili sonuçlara götürmesidir.

"Zenon'un çokluğa karşı ileri sürdüğü kanıtlardan biri yığın kanıtıdır. Zenon karşısındakilere bir buğday yığınını gösterip "ben bundan birtane buğday alırsam bu yığın yine yığın olarak kalır mı? Diye sorarmış. Karşısındaki "evet" cevabını verirse o zaman "ben bu yığından bir buğday alırım kalan yine yığındır. Sonra bir buğday daha alırım, kalan yine yığındır. Sonuncu buğday tanesini de aldığımda senin ölçüne göre kalan hiçliğin yine yığın olması gerekir." Dermiş. Bunun tersi olarak da, "bir tane buğday yığın mıdır?" diye sorarmış. Karşısındaki hayır derse öyleyse ben bu taneye bir tane daha eklerim. Sonra bir tane daha .. Senin öncülüne göre bunların hiçbir zaman bir yığın olmaması gerekir." dermiş. Böylece görünüşün aldatıcı olduğunu, gerçeğin sadece akılda bulunduğunu kanıtlamaya çalışır.

Hareketin olmadığını gösteren kanıtlarının en ünlüsü Akhilleus(Aşil) ile kaplumbağa arasındaki yarış kanıtıdır. Ona göre sonlu bir zaman içinde sonsuz sayıdaki mekân aralıklarından geçilemeyeceği için Akhilleus kaplumbağayı hiçbir zaman geçemeyecektir.

Zenon'a göre var olanı bir, çokluk ve hareket olarak düşünürsek çelişmelere düşeriz öyleyse var olan bir ve hareketsizdir.

Demokritos, gerçekten var olan şeylerin gözle görülemeyecek kadar küçük atomlardan oluştuğunu söyler. Duyularımız bize genel izlenimler oluşturmaktadır ancak bunlar eşyanın gerçek nitelikleri olmayacaktır. Böylece şüpheci tavrı devam ettirmektedir.

SOFİSTLER:

MÖ 5.yy'da Yunan dünyasında özellikle Atina'da ortaya çıkmış bir grup filozoftur. Demokrasiyle yönetilen Atina'da politikayla uğraşmak isteyen kimseler kendilerine güzel söz söylemeyi(hitabet sanatı), ikna etmeyi öğretecek öğretmenlere ihtiyaç duydular.

Sofistler, gezgin parayla ders veren öğretmenlerdir.

Özellikleri:

·         Doğa felsefesi ile uğraşmazlar.

·         Bilginin imkânına karşı çıkan ilk filozoflardır.

·         Şüphecilikleri sistemsiz ve çoğu zaman gerekli ciddiyetten yoksundur

·         Bilgi anlayışları rölâtivisttir. Onlara göre mutlak bilgi yoktur. Duyumlar hem kişiden kişiye hem de aynı kişide zamanla değişir. Bu nedenle porno bireysel düşünce olan sanı (doxa) geçerlidir. (Protogoras'ın ifadesiyle insan her şeyin ölçüsüdür.)

·         Pragmatisttirler. Onlara göre her şey rölatif olduğu için bilgi doğruya değil yarara bağlanmalıdır.

·         Sofistler Georgias, rölativizmi nihilizme götürür. Varlık üzerine bilgi edinmenin imkânsızlığını üç tezle kanıtlamaya çalışır;

·         - Bir şey yoktur.

·         - Olsaydı da bilinemezdi.

·         - Bilinseydi de başkalarına aktarılamazdı.

SEPTİKLER:

·         Felsefe tarihinde ilk şüpheciler sofistlerdir. Ancak şüpheciliği sistemli hale getiren septik filozoflardan Pyrrhon'dur.

·         Onlara göre biz nesnelerin kendilerini değil görünüşlerini bilebiliriz. Duyular ve akıl bize nesneleri oldukları gibi değil göründükleri gibi gösterir.

·         Her tez için bir anti tez öne sürülebilir. Bu nedenle yapılması gereken yargıdan kaçınmaktır.

·         Pryyhon'un öğrencisi Timon septisizmi üç soruda toplar:

·         - Nesnelerin geçek yapısı nedir? (kavranamaz)

·         - Nesneler karşısındaki durumumuz ne olmalıdır? (yargı vermemek)(epokhe)

·         - Nesneler karşısındaki tavrımız bize ne kazandırır? (mutluluk)

·         Pyrrhon ve Timon'un temsil ettiği porno kuşkuculuk "eski kuşkuculuktur" . Daha sonra "akademi kuşkuculuğu" adında başka bir grup ortaya çıkar. Bunlar Platon ‘un akademisindeki öğrencilerden oldukları için bu ismi alırlar. En önemli temsilcileri Arkesilaos ve Karneades'tir.

·         Sonraları ise "yeni pyrrhonculuk" ya da "akademi sonrası kuşkuculuk" adı altında bir başka okul görülür. En önemli temsilcisi Sextus Empiricus'tur.(m.ö.3. yy)


·         İlk çağ yunan kuşkuculuğu genellikle duyularla elde edilen bilgilerden kuşku duydukları için "duyumcu kuşkuculuk" tur. Bu kuşkuculuk sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan "bilimsel kuşkuculuğun" temelini atmıştır. Rönesanstan sonra doğa bilimlerinin doğmasına ve gelişmesine etki etmiştir. Bu konuda Descartes özel bir yere sahiptir. Onun şüphesine "metodik şüphecilik" denir. Descartes kesin bilgiye ulaşıncaya kadar şüpheyi bir araç, yöntem olarak kullanmıştır.

Montaigne - Kendini Acındırmak


KORKU ÜSTÜNE
İyi bir doğa uzmanı değilim dedikleri gibi, korkunun bizi hangi yollardan etkilediğini pek bilmem; ama pek garip bir tutku olduğu da su götürmez. Hekimlerin dediğine göre ondan tez aklımızı başımızdan alan hiçbir tutku yoktur. Gerçekten korkudan aklını yitiren çok adamlar görmüşümdür. En sağlam kişilerin korku süresince inanılmaz şaşkınlık hallerine düştükleri olur. Bilgisiz halkı, korkudan atalarını mezardan çıkmış, kefenlere sarılı dolaşır görenleri, cinlerin perilerin saldırısına uğrayıp çarpılanları bir yana bırakıyorum, meslekleri gereği korkmamaları gereken nice askerlerin korkudan bir koyun sürüsünü zırhlar kuşanmış bir alay, sazları, kamışları mızraklı akıncılar, dostları şman, beyaz haçı kızıl haç sandıkları az mı görülmüştür?
Bourbon Dukası Roma'yı aldığı sırada, Şaint Pierre semtini bekleyen bir nöbetçi subay, ilk hücum borularını duyar duymaz öyle; bir korkuya kapılıyor ki, elinde alem, bir yıkıntının deliğinden dışarı fırlıyor, şehrin içine doğru gittiğini sanarak düşmana doğru üçyüz adım kadar koşuyor, neden sonra aklı başına gelip geri dönüyor
ve aynı delikten içeri giriyor. Bures Kontu bizden Saint-Paul'ü aldığı zaman, alemdar subay Julie o kadar ucuz kurtulamıyor: O da korku şaşkınlığıyla bir delikten sur dışına çıkınca kuşatanlar paramparça ediyor kendisini.
Aynı kuşatmada bir soylu kişinin yüreği korkudan öylesine sıkışıp duruveriyor ki, yarasız beresiz sur hendeğine düşüp ölüyor. Aynı korku bazen bütün bir kalabalığı sarar. Germanicus'un Almanlar'la bir karşılaşmasında iki büyük alay korkudan birbirinin tam tersi iki yöne kaçışıyorlar.
Korku kimi zaman topuklarımıza kanat takar, kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler. İmparator Theophilus'un başına geldiği gibi: Agarenler'e karşı yitirdiği bir savaşta şaşkınlıktan dona kalıp bir türlü kaçamıyormuş; sonunda ordu komutanlarından biri gelip derin bir uykudan uyandırır gibi sarsmış onu: Ardımdan gelmezseniz, demiş öldürürüm sizi; çünkü canınızı yitirmeniz, esir düşüp İmparatorluğu yitirmenizden daha iyidir.
Korkunun gücü son haddine şöyle varır ki, ödev, ve onur yerinde
elimizden aldığı yiğitliği kendi buyruğunda gösterir bize. Romalıların Annibal'a karşı Sempronius komutasında ilk meydan savaşını yitirdikleri sırada, on bin kişilik bir piyade tümeni korkudan kaçacak delik arayıp bulamazken düşmanın en güçlü kanadı üstüne şaşkınca yürümüş ve görülmedik bir gayretle yarmayı başararak bir sürü Kartacalı'yı öldürmüşler, onurlu bir zaferle elde edeceklerini yüz karası bir kaçışla elde etmişler.
En çok korktuğum şeyin korku olması bundandır. Bütün belalardan daha belalı bir yanı vardır korkunun... Savaşın bir döneminde bir hayli hırpalanmış, yara bere içinde kalmış askerleri ertesi gün yeniden düşmanın üstüne yürütebilir, ama içlerine korku düşş askerleri önlerine bile baktıramazsınız. Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar.
Oysa yoksullar, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha dayanılmaz bir beladır.
Eski Yunanlıların bildiği bir başka çeşit korku varmış; bizim aklımızın şaşkınlığı dışında bir dürtüden gelirmiş. Toptan bir halkın, orduların kapıldığı olurmuş bu korkuya. Kartaca'nın altını üstüne getiren böylesi bir korku olmuş. Bağrışıp çağrışmalar gökleri tutmuş; bir baskın varmış gibi millet sokaklara dökülmüş, düşmana saldırır gibi birbirlerini yaralamış öldürmüşler. Kargaşaya, şamataya boğulmuş bütün Kartaca: Sonunda dualar, kurbanlarla tanrıların öfkesini yatıştırmışlar da öyle kurtulmuşlar bu beladan. Pan tanrının saldığı korku anlamına panik diyorlar buna. 
(Kitap 1, bölüm 19) 

Montaigne - Kendine Acındırmak


KENDİNE ACINDIRMAK

Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir duyumuz vardır. Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini ağlatmak isteriz, neredeyse.
Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz, ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılırız, kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz. Oysaki insan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak. Kendini yok yere acındıran gerçekten dertli olunca acınmamayı hakeder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı iken ölü göstereni, ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar, iyileşmiş sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey olurdu. İşin tuhafı, bu gördüğüm kimseler kadın da değildi.
 (Kitap 3, bölüm 9) 

Montaigne - Ölçü


ÖLÇÜ

İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor
kendili
ğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği gelir insanın buna.
Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekala aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır.
Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon'da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur yararlı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz.
Kallikles doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek duygularımızı körletir gereksiz bir inceleme ile bizi doğanın güzel ve rahat yolundan çıkarır. (Kitap 2, bölüm 30)
şüncede saplantı ve azgınlık en açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha
içine kapal
ı, daha ciddi, daha ağırbaşlı olanı var mıdır?

 (Kitap 3, bölüm 8) 

Montaigne - Yalnızlık

DIRDIRCILAR M ı zm ı z, d ı rd ı rc ı insanlar ı hiç sevmem; bu adamlar ya ş aman ı n sevinçlerine yan çizer, dert...